25 Kasım 2007 Pazar

Masal Kampı

Cümlelerin keskinliğiyle yırtıldığında boğazımız, içimizden geçen huzursuzluğun uçurumundan düşerken bulurduk kendimizi. Biliyorduk ki; düşmek varsa çıkmak, çıkmak varsa düşmek vardı. İncinen dizlerimiz olsaydı keşke bu düşüşlerde. Ya da avuçlarımızın yere sürtünmesiyle kanaması… Ya da dirseğimizin sızlaması… Daha derin, daha içsel, daha erişilmez ve belki daha yakıcı yanımızda yaşıyorduk sancıları. Kırıldı mı alçıya alınamıyor, incindi mi sıcak bezlerle sarılamıyor, kanadı mı durdurulamıyordu. Yüksekten, çok yüksekten, yükseğin daha yükseğinden düşüyorduk hızla. Bir kedinin ne dört ayağına sahiptik, ne de dokuz canına… "Kedinin mır mır'larından dökülen kurdelaları toplamak için eğildiğinde bankın altında hüzünlü bir beyaz mendille karşılaştı. Beyaz mendil, bir kanarından sızan gözyaşını diğer bir kenarıyla silmeye çalışıyordu. 'Neden ağlıyorsun' sorusuyla irkildiğinde tüm beyazlığı kaçıvermişti korkudan. 'Ağlamıyorum' dedi beyazlığını bir anlık yitiren mendil. 'Bakın her taraf toz içinde.' 'Burası bir bahçe. Her tarafın toz içinde olması normal. Senin gibi beyaz bir mendilin bu toz içinde ne aradığını sormak lazım.' 'En son bir balkonda asılı olduğumu hatırlıyorum' dedi mendil. 'Yavru kedi beni patileriyle ipten aşağı atıverdi. Rüzgar kattı önüne. Uça uça çok yerden geçtim.' 'Bak burada da bir kedi var' sözlerini duyar duymaz beyaz mendil mor bir renge bürünüverdi. O sırada tüyleri siyah çizgili kedi atılıverdi bankın altına. Mor renge dönen mendil o kadar korktu ki bir 'ay' çığlığıyla yerinden hopladı. 'O bir mendil kedicik. Bir kedinin yüzünden buraya gelmiş' sözlerinin sahibi kediyi usulca geri çekince mendil derin bir soluk aldı. Kedi mır'lamaya başladı. Mır'ladıkça kırmızı kurdelalar döküldü yine. 'Bu bahçeyi yeterince kurdelaladık. Şimdi onlarla bahçeyi süslemeye koyulalım' dedi mendile bakıp. Mendil hâlâ korkuyordu. Kediye yan yan bakıp cebine girdi kediyle oynayanın. Bir bir toplayıp kırmızı kurdelaları, çiçeklerin dallarına bağladılar. Kedi mır'lamayı kesmiş, şimdi bankın üzerinde derin olmayan bir uykuya bırakmıştı çekik gözlerini. Bütün kurdelaların bitmesi bütün gece sürdü. Sabah gök açılmaya başladığında son kurdelalar kendilerine seçilen yere yerleşmek için sabırsızlanıyorlardı. Biliyorlardı ki güneş çıktığında sim'leri pırıl pırıl parlayacaktı. Ve bütün gözler onlara bakmakta yarışacaktı. Sabah oldu. İnsanlar çıkmaya başladılar evlerinden. Kedi mır'lamalarını almıştı yanına, kurdelaları bağlayan ve cebindeki mendil bir günbatımında yeniden ortaya çıkmak için kaybolmuşlardı gözden. Bahçe duvarının üzerinden seyretmeye başladılar. 'Bu gecenin rengi kırmızı oldu' dedi kediye bakıp, 'önümüzdeki gece hangi renk kurdelalarla sevindireceğiz bakalım bahçeleri.' Kedi mır'ladı, ama bu sefer hiç kurdela düşmedi yere. Gece olmasını beklemek gerekiyordu çünkü. Uyudular... uyudular... uyudular... Gece çalışanlar gözlerini gündüz dinlendirmek zorundaydı." Böyle masallar anlatmaya başladık sonunda her zaman oturduğumuz masanın etrafında. Sırası gelen masalını sergiliyordu. Böylece düşmekten kutulacağımız inancına sahip oluvermiştik. Bir gün geçti, iki gün geçti, üç gün geçti... Ne zaman masanın etrafında eften püften konuşmalara başlayacağımızı hissettiğimizde masal pozisyonu alıveriyorduk. Böylece gereksiz hiçbir şey anlatamıyorduk birbirimize, kimsenin canını yakamıyorduk sözlerimizle ya da yüksekten uçup uydurmuyorduk birşeyler. Bu halkanın adını 'masal kampı' koyduk. 'Masal kampı'na isteyen istediği zaman katılabiliyordu. Herkese açıktı kampımız. Tek şart, kampa katılanın masal anlatmasıydı. Masal anlatmayan kamptan ayrılmak zorunda kalıyordu. İlk masalı, kampa kim yeni katılmışsa o başlatıyordu. Sonra sırayla, bir bir masallarla örüyorduk zamanı. Bir kedinin ne dört ayağına sahiptik, ne de dokuz canına... doğru. Ama ayakta durabilmek için sadece bunlar gerekmiyordu. Başka başka yolları mutlaka olmalıydı. 'Masal kampı' da bu yollardan biriydi işte. Bizim oluşturduğumuz bir yol... Yönünü masallarımız belirliyordu. "Fıstık yeşili fırfırlı elbisesini kuru temizlemeciye götürmek için evden çıktığında başına neler geleceğinin farkında bile değildi. Kapıyı kilitleyip, anahtarlarını kahverengi deri çantasının ikinci küçük gözüne yerleştirip fermuarı çekti. Fıstık yeşili fırfırlı elbisesini sağ kolunun üzerine atıp apartmandan dışarı ilk adımını bastığında, pencereden dışarı bakmadan çıkmış olmasına hayret etti birkaç dakika. Yağmur yağıyordu. Sokakta da bir tek insan adımı atılmıyordu. Eli kahverengi deri çantasına gitti hemen. Anahtarlarını bulup kapıyı açacak, dolaptan gökkuşağı renklerinin hepsine birden boyanmış şemsiyesini alacak, kapıyı kapatıp yeniden kilitleyecek, anahtarlarını kahverengi deri çantasının ikinci küçük gözüne yerleştirip fermuarı çekecekti. Yapmadı. Bir anda kendisini şakır şakır yağan yağmurun altında buldu. Üstelik fıstık yeşili fırfırlı elbisesi sağ kolunun üzerinde duruyordu ve daha şimdiden ıslanmıştı. 'Kuru temizleme mi' diye geçirdi aklından. Her şeye rağmen adımlarını durdurup geri dönemedi. İstem dışı bu hareketlerin kim tarafından yaptırıldığını arar gibi bakındı etrafına. Kimsecikler yoktu. Yukarıdan düşen damlalar sadece kendisini hedef alıyormuş gibiydi üstelik. Islandı. Bir 'miyav' sesiyle irkildiğinde, kaldırım kenarındaki mazgalın suları yutuşunu seyrediyordu. Hiç acelesi yokmuş gibi, öyle günlük güneşlik bir havanın tam da öğlen sıcağındaymış gibi... işte durmuş mazgalın susuzluğunu giderişinde birşeyler aranıyordu. Bir 'miyav' daha duydu. Ve başını kaldırıp bu 'miyav'ın sahibini arandı. Elinde büyük boy defter tutan mavi bir kedi telaşla 'miyav'lıyordu. Üstünden akan yağmur, bütün tüylerini vücuduna yapıştırmıştı. Bacaklarına geçirdiği pembe çizgili şort ona kumsalda güneşlenen kedi havası vermişti. Mazgala bakmaktan kendini alamadan eli kahverengi deri çantasına gitti yine. Bir yandan da mavi kediyi kontrol ediyordu. Kedi yaklaştı... yaklaştı... yaklaştı... 'Bu taraftan bayan' dedi sokağın iç tarafını işaret ederek. Önce kendisine seslenildiğini anlayamadı. Bir kedi, mavi bir kedi konuşacak ve ona bir yön gösterecekti... mümkün mü? Yeniden, 'bu taraftan bayan' dedi mavi kedi. Cebinden bir güneşgözlüğü çıkarıp taktı. 'Ama yağmur yağıyor' dedi bir kediyle konuştuğuna inanamayarak. 'Öyle mi' dedi mavi kedi hayretle. 'Hiç farkında değilim.' Sonra işaret ettiği tarafa doğru yürümeye başladı kedi. Önünden geçtiği kapılara bakarak büyük boy defterine birşeyler not ediyordu sürekli. Pencereden bakan kediler, hepsi başka başka biçimde 'miyav'lıyordu. Fırfırlı elbise sağ kolunun üzerinden kaydı, yere düştü. Bir kedi eğilip yerden aldı onu. Çamaşır ipinin üzerine mandallarla tutturdu. 'Ama yağmur yağıyor' dedi kediye. 'Öyle mi' dedi kedi hayretle. 'Hiç farkında değilim.'" Ve günler geçti böylece. Haftalar ve aylar... zamanla masallarımız kıymetlendi. Onları havaya savurmaya kıyamaz olduk. Bir kâtip bizim için masallarımızı kağıda aktarabilirdi. Ve 'masal kampı' bir organizasyona dönüşüverdi. Masallarımızı dinlemek için gelenler masamızın çevresinde bir halka oluşturmaya başladılar. Bu halka her geçen gün biraz daha genişledi. Genişledi... genişledi... genişledi... Artık masala kıymet verenlerin tiryakisi oluverdik. Masalın, uyuması için çocuklara anlatılan bir oyalamadan çok daha öte bir zenginlik olduğunu anlayanların çevrelediği bir örgüt gibi görünüyorduk dışarıdan. Bir 'anlatıcı' olarak masamıza oturanlar, bir de 'dinleyici' olarak masamızı çevreleyenler vardı. Masallarımız bizi kendi boşluğumuzdan düşmemizi engellemişti. Onlara daha sıkı sarıldık. Sımsıkı... sımsıkı... sımsıkı... 'Masal kampı' hakkında bize soru soranlara masalla cevap veriyorduk. Bir kedinin ne dört ayağına sahiptik, ne de dokuz canına… ama artık masallarımız vardı. Düşmüyorduk hiç.

Hiç yorum yok: