25 Kasım 2007 Pazar

Masal Kampı

Cümlelerin keskinliğiyle yırtıldığında boğazımız, içimizden geçen huzursuzluğun uçurumundan düşerken bulurduk kendimizi. Biliyorduk ki; düşmek varsa çıkmak, çıkmak varsa düşmek vardı. İncinen dizlerimiz olsaydı keşke bu düşüşlerde. Ya da avuçlarımızın yere sürtünmesiyle kanaması… Ya da dirseğimizin sızlaması… Daha derin, daha içsel, daha erişilmez ve belki daha yakıcı yanımızda yaşıyorduk sancıları. Kırıldı mı alçıya alınamıyor, incindi mi sıcak bezlerle sarılamıyor, kanadı mı durdurulamıyordu. Yüksekten, çok yüksekten, yükseğin daha yükseğinden düşüyorduk hızla. Bir kedinin ne dört ayağına sahiptik, ne de dokuz canına… "Kedinin mır mır'larından dökülen kurdelaları toplamak için eğildiğinde bankın altında hüzünlü bir beyaz mendille karşılaştı. Beyaz mendil, bir kanarından sızan gözyaşını diğer bir kenarıyla silmeye çalışıyordu. 'Neden ağlıyorsun' sorusuyla irkildiğinde tüm beyazlığı kaçıvermişti korkudan. 'Ağlamıyorum' dedi beyazlığını bir anlık yitiren mendil. 'Bakın her taraf toz içinde.' 'Burası bir bahçe. Her tarafın toz içinde olması normal. Senin gibi beyaz bir mendilin bu toz içinde ne aradığını sormak lazım.' 'En son bir balkonda asılı olduğumu hatırlıyorum' dedi mendil. 'Yavru kedi beni patileriyle ipten aşağı atıverdi. Rüzgar kattı önüne. Uça uça çok yerden geçtim.' 'Bak burada da bir kedi var' sözlerini duyar duymaz beyaz mendil mor bir renge bürünüverdi. O sırada tüyleri siyah çizgili kedi atılıverdi bankın altına. Mor renge dönen mendil o kadar korktu ki bir 'ay' çığlığıyla yerinden hopladı. 'O bir mendil kedicik. Bir kedinin yüzünden buraya gelmiş' sözlerinin sahibi kediyi usulca geri çekince mendil derin bir soluk aldı. Kedi mır'lamaya başladı. Mır'ladıkça kırmızı kurdelalar döküldü yine. 'Bu bahçeyi yeterince kurdelaladık. Şimdi onlarla bahçeyi süslemeye koyulalım' dedi mendile bakıp. Mendil hâlâ korkuyordu. Kediye yan yan bakıp cebine girdi kediyle oynayanın. Bir bir toplayıp kırmızı kurdelaları, çiçeklerin dallarına bağladılar. Kedi mır'lamayı kesmiş, şimdi bankın üzerinde derin olmayan bir uykuya bırakmıştı çekik gözlerini. Bütün kurdelaların bitmesi bütün gece sürdü. Sabah gök açılmaya başladığında son kurdelalar kendilerine seçilen yere yerleşmek için sabırsızlanıyorlardı. Biliyorlardı ki güneş çıktığında sim'leri pırıl pırıl parlayacaktı. Ve bütün gözler onlara bakmakta yarışacaktı. Sabah oldu. İnsanlar çıkmaya başladılar evlerinden. Kedi mır'lamalarını almıştı yanına, kurdelaları bağlayan ve cebindeki mendil bir günbatımında yeniden ortaya çıkmak için kaybolmuşlardı gözden. Bahçe duvarının üzerinden seyretmeye başladılar. 'Bu gecenin rengi kırmızı oldu' dedi kediye bakıp, 'önümüzdeki gece hangi renk kurdelalarla sevindireceğiz bakalım bahçeleri.' Kedi mır'ladı, ama bu sefer hiç kurdela düşmedi yere. Gece olmasını beklemek gerekiyordu çünkü. Uyudular... uyudular... uyudular... Gece çalışanlar gözlerini gündüz dinlendirmek zorundaydı." Böyle masallar anlatmaya başladık sonunda her zaman oturduğumuz masanın etrafında. Sırası gelen masalını sergiliyordu. Böylece düşmekten kutulacağımız inancına sahip oluvermiştik. Bir gün geçti, iki gün geçti, üç gün geçti... Ne zaman masanın etrafında eften püften konuşmalara başlayacağımızı hissettiğimizde masal pozisyonu alıveriyorduk. Böylece gereksiz hiçbir şey anlatamıyorduk birbirimize, kimsenin canını yakamıyorduk sözlerimizle ya da yüksekten uçup uydurmuyorduk birşeyler. Bu halkanın adını 'masal kampı' koyduk. 'Masal kampı'na isteyen istediği zaman katılabiliyordu. Herkese açıktı kampımız. Tek şart, kampa katılanın masal anlatmasıydı. Masal anlatmayan kamptan ayrılmak zorunda kalıyordu. İlk masalı, kampa kim yeni katılmışsa o başlatıyordu. Sonra sırayla, bir bir masallarla örüyorduk zamanı. Bir kedinin ne dört ayağına sahiptik, ne de dokuz canına... doğru. Ama ayakta durabilmek için sadece bunlar gerekmiyordu. Başka başka yolları mutlaka olmalıydı. 'Masal kampı' da bu yollardan biriydi işte. Bizim oluşturduğumuz bir yol... Yönünü masallarımız belirliyordu. "Fıstık yeşili fırfırlı elbisesini kuru temizlemeciye götürmek için evden çıktığında başına neler geleceğinin farkında bile değildi. Kapıyı kilitleyip, anahtarlarını kahverengi deri çantasının ikinci küçük gözüne yerleştirip fermuarı çekti. Fıstık yeşili fırfırlı elbisesini sağ kolunun üzerine atıp apartmandan dışarı ilk adımını bastığında, pencereden dışarı bakmadan çıkmış olmasına hayret etti birkaç dakika. Yağmur yağıyordu. Sokakta da bir tek insan adımı atılmıyordu. Eli kahverengi deri çantasına gitti hemen. Anahtarlarını bulup kapıyı açacak, dolaptan gökkuşağı renklerinin hepsine birden boyanmış şemsiyesini alacak, kapıyı kapatıp yeniden kilitleyecek, anahtarlarını kahverengi deri çantasının ikinci küçük gözüne yerleştirip fermuarı çekecekti. Yapmadı. Bir anda kendisini şakır şakır yağan yağmurun altında buldu. Üstelik fıstık yeşili fırfırlı elbisesi sağ kolunun üzerinde duruyordu ve daha şimdiden ıslanmıştı. 'Kuru temizleme mi' diye geçirdi aklından. Her şeye rağmen adımlarını durdurup geri dönemedi. İstem dışı bu hareketlerin kim tarafından yaptırıldığını arar gibi bakındı etrafına. Kimsecikler yoktu. Yukarıdan düşen damlalar sadece kendisini hedef alıyormuş gibiydi üstelik. Islandı. Bir 'miyav' sesiyle irkildiğinde, kaldırım kenarındaki mazgalın suları yutuşunu seyrediyordu. Hiç acelesi yokmuş gibi, öyle günlük güneşlik bir havanın tam da öğlen sıcağındaymış gibi... işte durmuş mazgalın susuzluğunu giderişinde birşeyler aranıyordu. Bir 'miyav' daha duydu. Ve başını kaldırıp bu 'miyav'ın sahibini arandı. Elinde büyük boy defter tutan mavi bir kedi telaşla 'miyav'lıyordu. Üstünden akan yağmur, bütün tüylerini vücuduna yapıştırmıştı. Bacaklarına geçirdiği pembe çizgili şort ona kumsalda güneşlenen kedi havası vermişti. Mazgala bakmaktan kendini alamadan eli kahverengi deri çantasına gitti yine. Bir yandan da mavi kediyi kontrol ediyordu. Kedi yaklaştı... yaklaştı... yaklaştı... 'Bu taraftan bayan' dedi sokağın iç tarafını işaret ederek. Önce kendisine seslenildiğini anlayamadı. Bir kedi, mavi bir kedi konuşacak ve ona bir yön gösterecekti... mümkün mü? Yeniden, 'bu taraftan bayan' dedi mavi kedi. Cebinden bir güneşgözlüğü çıkarıp taktı. 'Ama yağmur yağıyor' dedi bir kediyle konuştuğuna inanamayarak. 'Öyle mi' dedi mavi kedi hayretle. 'Hiç farkında değilim.' Sonra işaret ettiği tarafa doğru yürümeye başladı kedi. Önünden geçtiği kapılara bakarak büyük boy defterine birşeyler not ediyordu sürekli. Pencereden bakan kediler, hepsi başka başka biçimde 'miyav'lıyordu. Fırfırlı elbise sağ kolunun üzerinden kaydı, yere düştü. Bir kedi eğilip yerden aldı onu. Çamaşır ipinin üzerine mandallarla tutturdu. 'Ama yağmur yağıyor' dedi kediye. 'Öyle mi' dedi kedi hayretle. 'Hiç farkında değilim.'" Ve günler geçti böylece. Haftalar ve aylar... zamanla masallarımız kıymetlendi. Onları havaya savurmaya kıyamaz olduk. Bir kâtip bizim için masallarımızı kağıda aktarabilirdi. Ve 'masal kampı' bir organizasyona dönüşüverdi. Masallarımızı dinlemek için gelenler masamızın çevresinde bir halka oluşturmaya başladılar. Bu halka her geçen gün biraz daha genişledi. Genişledi... genişledi... genişledi... Artık masala kıymet verenlerin tiryakisi oluverdik. Masalın, uyuması için çocuklara anlatılan bir oyalamadan çok daha öte bir zenginlik olduğunu anlayanların çevrelediği bir örgüt gibi görünüyorduk dışarıdan. Bir 'anlatıcı' olarak masamıza oturanlar, bir de 'dinleyici' olarak masamızı çevreleyenler vardı. Masallarımız bizi kendi boşluğumuzdan düşmemizi engellemişti. Onlara daha sıkı sarıldık. Sımsıkı... sımsıkı... sımsıkı... 'Masal kampı' hakkında bize soru soranlara masalla cevap veriyorduk. Bir kedinin ne dört ayağına sahiptik, ne de dokuz canına… ama artık masallarımız vardı. Düşmüyorduk hiç.

Susuyorsun

Bir zamanlar seni bir uçurumun kıyısından tuttuğumu ve kurtardığımı söylerdin. Buna karşılık, ne söyleyeceğini bilemeyen bir insanın, sol yanı şenlenen kadın rolünü oynuyordum. Yaşadıklarından inatla ders almaya çalışan, her şeye rağmen sevgiye olan inancını yitirmemiş, kıyısından deli, ucundan çocuk, gözleri denize girince yeşile çalan küçük bir kadının tatlı tesellisiydi belki de güzel sözler duymak. Seni gerçekten de kurtardığıma inandırmıştın beni. susuyorsun...devam et... Her güzel başlayan aşklar gibi şendik, heyecanlıydık, beklemedeydik..Görüşebileceğimiz zamanların ayarlamalarında, duvarlara çentik atan mahkumlar gibiydik. Korkularını ilk yenen sen oldun, sen akıttın dudaklarından "seni çok seviyorum" kelimelerini. Bense yaşadıklarını ve hatalarını tekrarlamak istemeyen ama yine de konuşmak için çıldırasıya tetik de duran telaşlı bir yürektim. Her şeye rağmen fazla bekletmedim seni. Bir gün..beklediğim ama hiç ummadığım bir anda sana boşaldı dudaklarım; seni seviyorum, diye... susuyorsun...devam et... Bedenimden önce beynimi tahrik eden bir adamın şarkısını dinliyordum. Bu yüzden ilk karşılaşmamız, tedirgin iki insanın karşılaşması gibi değildi. Küçük bir otel odasındaydık...her şeye rağmen, yaşadıklarına tez, utangaç bir profil çiziyordum ama seni seviyordum. İlk defa sen dokundun dudaklarıma..Yüreğim yerinden çıkacak gibiydi, yüreğim yerinden çıktı, sen yerleştirdin. Küçük bir otel odasıydı, şirindi ve belki de en güzeli pencerelerini açınca karşımızda Midilli'yi görmemizdi. Yağmur sularının ninnisinde seviştik seninle, balıkçı motorlarının makamında..Özlemlerimi koynunda uyuttum ve sabahın ışıkları vururken bedenlerimize, uyurken seyrettiğim yüzünü yüzümde unuttum. susuyorsun...devam et... Yazdığın kelimeleri bırak, adresime düşen yüz binlerce cümleden hiç birine sığdıramadın beni Yazdığın her satırda bir nehir gibi aktım bilinmezliğine. Başka bir şehirden gökyüzüne gönderdiğin sıcacık kelimeler benim şehrimin denizine düşüyordu ve ben her harfi tek tek çıkartırken derinlerden, parmaklarıma denizin değil yüreğinin mavisi bulaşıyordu. Bütün şiirlerini itinayla saklıyordum ve her aşk'da olası olan bir bitiş ertesinde kullanmak üzere, mahkeme tutanaklarına şiirlerini şahit olarak yazdırabileceğimi biliyordum. Çünkü şiirlerin çığlık çığlığa konuşuyorlardı ve ben senin yokluğunla şiirlerinle dertleşiyordum. susuyorsun...devam et... "Bekle" kelimesiyle bitirdiğin her cümleyi virgülle uzattım ve bekleyişlerime sığdırdım düşünü kurduğum geleceğimizi. Suskunluğu her gün daha fazla uzatıyordun ve ben tek başıma yaşıyordum, seninle beraber ellerinden tuttuğumuz ilişkimizi. Giderek uzaklaşıyordun, daha çok susuyordun ve ben bilinmezlerin ortasında senin gerçekte neyin olduğumu öğrenmeye çalışıyordum. Aylar geçiyordu, aramıyordun...Buna karşılık ben de "iyi ki sesin var yoksa bu hasret beni öldürecek" diyen adamın ölüm haberini bekliyor gibiydim. Her şeye rağmen bir şeylere sığınmak ve acılarımdan kurtulmak istiyordum. Ne zaman sana ihtiyacım olsa, "aradığınız aşk'a şu an ulaşılamıyor" diyen kadının mutlu sesi yankılanıyordu kulaklarımda. Sen sorunlarınla uğraşıyordun, bense sessizliğinle, sevdamla ve yalnızlığımla. Sevda, her şeye tek vücutmuş gibi göğüs germekti. Ben bunu biliyordum, böyle seviyordum, sense girdiğin mağaranın içinden uzattığım yardım elini bile görmüyordun. susuyorsun...devam et... Herkes seni soruyordu, selamını veriyordu, iletemiyordum. Hep böyle mi çalıyordu sevdanın çanları, farklı olduğumu düşündüğün bana bile geçmişimde bıraktığım yaralı sevdalarımı anımsatıyordun. Her şeye rağmen hiçbir kötü sözü yakıştıramadım sana. Giderek çoğalan kırgınlıklarımı itinayla kapatmaya çalıştım. Bir güzel sözün yeterdi belki, bekletirdi, sesimi bile duymadın. Merak edilmeyen bir yürek kaç zaman tutunabilir anıların güler yüzüne..? Tutundum, çırpındım düşmemek için, uçurumun kıyısında bana uzanan elin yoktu, düştüm.. susuyorsun...devam et... Bize ait bir çok düşü sen yaratmıştın ve sen yok ettin yine. Birer masal kahramanıydık ve masal olarak kaldık, ilerde çocuklara anlatılmak üzere belki de. Yaşadığım ve yaşattığım hiçbir şey için pişman değilim. Hatta bir de teşekkürüm var sana, kendimi en güzel sevilen kadın gibi hissettirdiğin için. Adı üstünde bir bekleyişti yaşadığım, belki bu da bir düştü, uyandım, baktım ki yoksun, seni düşlerinde bıraktım. susuyorsun...devam et... Bir aşk'a kaç aşk sığar diye soruyor bir şair, ben aşkıma tek aşk sığdırmıştım oysa, bilmeden ismimin bile unutulduğunu. Sorulması gereken sorular tedavülden kalktı, ki zaten cevapları da sana aitti.Sana değil, seninle bir ömrün düşünü kuran kendime yakıştıramadım "hoşça kal" kelimesini. Ama sen, bedeni dar gelse de, almadan fikrimi, elbisesini diktin vedanın. Bana sadece ortada kalmamak için giymek ve gitmek düştü. Ama gitmek değil ki öfkeyle, kırgınlıklarla, acıyla..kendi özgürlüğüm için bağışladım seni. Yine de, her şeye rağmen merak etmiyor da değilim; içindeki hangi sen gerçekte sevdi beni..?, hangi sen haykırdı gökyüzüne, sen bende ömürlük olmalısın diye..? ve hangi sen bu kadar kayıtsız kalabildi yüreğini konuşturan bir kadının yüreğine..? susuyorsun...devam et... susuyorsun....artık konuşma...

Adam Ve Kadın

ADAM- Sevgilim bugünlerde çikabilecek miyiz? Hayir hazirlanman birkaç yil daha sürecekse bu kiyafetlerle çikmayalim. KADIN- Neden? ADAM- Moda degisecek hayatim... Ya da en azindan mevsim degisecek, yazlik kiyafetlerle üsümeyelim diyorum. KADIN- Abartma. ADAM- Sen de abartma. Bir buçuk saattir portmantonun aynasinda kendimi seyrediyorum ve sikildim. KADIN- Bir de benim durumumu düsün. Yillardir ayni manzarayi seyrediyorum. ADAM- Ne varmis manzarada? KADIN- Pek kayda deger bir sey yok. Bir burun ve arkadaslari. ADAM- Çok komik... Kadinlarin siradan bir evden çikis hadisesini neden bi kadar ciddiye aldigini anlamiyorum. Sanki bir daha dönmeyecegiz. Gidip bir evin bahçesinde köfte yiyecegiz, hepsi bu! KADIN- Ona barbekü partisi deniyor canim. ADAM- Öyle mi? Köftelerin bundan haberi var mi? Yoksa bizim salak köfteler asagilik bir mangalda can vereceklerini mi düsünüyorlar? Halbuki ne kizarmasi, parti kuruyor angutlar haberleri yok. KADIN- Amma konustun ha... Geliyorum tamam. ADAM-Gitmek istemedigim bir yere sayende acele ediyorum ya, ben asil ona yaniyorum. KADIN- Neden gitmek istemiyormussun? ADAM- Çünkü köfteleri mangala dizecek olan kisi senin eski sevgilin. KADIN-Yine mi ayni konu? ADAM- Evet ayni konu! KADIN- Askim o yillar önceydi. ADAM- Ama o yillarda da sevgililer sevisiyordu. KADIN- Eee? ADAM- Ne demek eee? Adamin senin memelerine bakip, siz bir de bunlari benim zamanimda görecektiniz, diye düsünmesi beni rahatsiz ediyor. KADIN- Kürsat`tan adam diye bahsetmen dogru degil. ADAM- Madem bizim için adam sayilmiyor neden köftesini yemeye gidiyoruz? KADIN- Sevgilim yillardir bu saçma konuyu konusuyoruz. Kürsat`la yillar önce kisa bir iliskimiz oldu hepsi bu. ADAM- Ne kadar kisa? KADIN- Ne bileyim ben, iki ay filan. ADAM- Memelerini görmesi için yeterli bir süre. KADIN- Ben sana ilk erkegim oldugunu söyledigimi hatirlamiyorum. ADAM- Iyi de bununla gurur duymasan iyi olur. Eski sevgililerinden bir takim kurma imkânimiz oldugunu biliyoruz. KADIN- Kabalasma! ADAM- Peki inceltelim. En azindan basketbol takimi kurabiliriz, yedeklerle beraber tabii. KADIN- Anladim sen hazirda sorun bulamadin, yaratmaya çalisiyorsun. ADAM- Hayir. Sadece insanlarin ayrildiklari insanlarla sürekli bulusup görüsmesini anlamiyorum. "Tanistirayim yeni sevgilim, eski sevgilim,bu da eski sevgilimin yeni sevgilisi, bu da yeni sevgilimin eski sevgilisi... Ne güzel degil mi? Hepimiz birbirimizin her yerini ezbere biliyoruz!" KADIN- Buna çagdas yasam deniyor iste. ADAM- Nesi çagdas bunun? Biraraya gelmemesi gereken insanlarin toplanip birbirlerine çagdas çagdas gicik olmalarinin ne manasi var? Zira benim Kürsat`i sevmem tibben mümkün degil. Ama etraf uyuz olmasin diye ona gülmem hatta belki de köfteleri pisirmesine yardim etmem gerekiyor.Hiçbir sey olmamis gibi. Hiçbir ortak yanimiz yokmus ya da bir sürü ortak yanimiz varmis gibi. KADIN- Son söyledigin cümleyi anlamadim. ADAM- Kürsat`la ortak yanlarimiz, ortak yanlarimizi ortaya koyup dost olmamiza engel oluyor, bilmem anlatabildim mi? KADIN- Hayir anlatamadin. ADAM- Onunla tek ortak yanimiz senin memelerin ve bu ortaklik beni rahatsiz ediyor. KADIN- Sürekli memelerimden bahsettiginin farkinda misin? ADAM- Özür dilerim. Kürsat`tan izin almaliydim. Ne de olsa memelerinin üzerinde onun da hakki var! KADIN- Bak bütün bu söylediklerini saçmasapan bulmakla beraber, egerbu konuda birisi problem çikaracaksa o Kürsat olmali. Çünkü o varken sen yoktun! ADAM- Tamam iste ben de bu yüzden onu köfte yemeye çagirmiyorum. KADIN- Acikli olan su... Biz seninle beraber olmaya basladigimiz günlerde ben önceki iliskilerimi sana uzun uzun anlattim ve sen de büyük bir anlayisla dinledin. Ama sonuçta erkek oldugun için bana sahip oldugunu hissettigin andan itibaren masken düstü. Tarihime bile sahip çikmaya basladin! Senden önce hayatima giren herkesten nefret ediyorsun! ADAM- Ama listede öyle adamlar var ki... KADIN- Kimi kastediyorsun? ADAM- Mesela o cüce olan, neydi adi? KADIN- Takiyettin`i mi diyorsun? ADAM- Evet Takiyettin. Ismi kendinden uzun. Salakliga bak. Bir cücenin adi en fazla Can olmali. Ama kompleks iste. Ailesi uzun göstersin diye dikine çizgili bir isim koymus. Takiyettin! Duyan bir sey sansin diye! KADIN- Aklin sira asagiladigin adam üç kez TÜBITAK`tan ödül aldi. ADAM- Biliyorum, yilin en kisa boylu bilimadami ödülü. KADIN- Herkes senin gibi biçimsel bakmiyor olaylara. ADAM- O da davetli mi? KADIN- Gelir herhalde. Kürsat`in iyi arkadasidir. ADAM- Hadi buyrun! Ne bu? Eski sevgililer toplanip kongre miyapacagiz? KADIN- Kürtat`la beni Takiyettin tanistirmisti zaten. ADAM- Öyle mi? Ne güzel... Ne demisti tanistirirkeng "Kürsat benim boyum kisa, memelere yetisemiyorum, sen bir baksana!" KADIN- Sen gerçekten çok igrenç bir insansin. ADAM- Asil igrenç olan sensin. Ben birlikte oldugum bütün kadinlari toplayip pirzola yapiyor muyum? Iyi biz de toplanalim o zaman. KADIN- Taplanirsaniz haberim olmasin. O kadar besinci sinif kadinin arasinda görünmem dogru olmaz! ADAM- Dogru. Benimkilerin arasinda TÜBITAK ödülü alan yok. Ama hepsi hiçbir yardima ihtiyaç olmadan üst raftan kitap alabiliyor. KADIN- Bu kadar igrençlik yeter! Geliyor musun gelmiyor musun? ADAM- Bagirmadan konus benimle! KADIN- Ben bagirmiyorum! ADAM- Bagiriyorsun! KADIN- Geliyor musun sen? ADAM- Hayir! Gelmiyorum! KADIN- Sen bilirsin! Ben gidiyorum! ADAM- Sen benim yüzüme kapi çarpamazsin! Zikkimin kökünü yiyin! Yalniz Kürsat`a söyle, benimle ilgisi yok, o memeler benden önce sarkmisti!

İdam

Titrek dudaklarımdaki keder, ağlamaklı bir çocuğun yüzünde belirirken inceden; yelkenleri paramparça olmuş benliğim, bilinmez bir girdabın içine sürüklenmeye başlıyor gecenin kan kokulu sessizliğinde… Korkudan sislenmiş gözlerimdeki hüzünle birlikte giyiyorum yağmurları üzerime. Rüzgârın fısıltıları ürpertiyor içimi sessizliğin derinliğinde... Ay kanıyor bu gece, oluk oluk akıtıyor kanını geceye ve akan kanın yol aldığı ırmak sessiz sedasız ulaşıyor denizin enginliğine. Hırçın kayalara çarptıkça her dalga, martılar bağırmaya başlıyorlar çığlık çığlığa. Her çığlıkta karanlığa daha bir gömülüyor gölgem ve her çığlıkta biraz daha senden uzak, seni aramalara başlıyorum inadına… Gölgeden, sudan ve sessizlikten gelme bir hüzün sarıyor dört bir yanımı; ben mühürlediğim geçmişimi katlediyorum, benliğimi tamamlayan kederin eşliğinde… Seni idam ediyorum önce giyotinle, Sonra kendimi.. . Ve Ve en sonunda bizi yok ediyorum acımasızca geceye. Seni her katledişimde, yeniden doğmanı sağlıyorum ve yeniden idam edileceğin günü bekliyorum acıyla. Seni her buluşumda sevgili, yumuşak bir keder ufalanıyor bakışlarıma, yorgun öksürükler tutuyor bedenimi… Her defasında hüznün yok olacağını düşünürken umutla; sarıyor dört bir yanımı keder umarsızca. Ve ben her hızlandırdığında acımın ateşini, seni atıyorum onun içine. Titreşmekte olan ürkünç gecede yakıyorum seni tekrar tekrar, yüreğimin çığlıkları arasında yok ediyorum benliğini ve yine, yeniden mühürlüyorum senli geçmişimi… Ardından tekrar ve yeniden atıyorum kendimi yüksek binaların üzerinden, kan kokuyor gece, ay kanın rengini giyiyor üzerine… Sonsuz martı çığlıkları arasında bırakırken kendimi boşluğa, kan kırmızı bir yağmur boşanıyor kente, bilinmez bir tünelin girişinde karanlığa doğru ilerliyor ruhum. Dokunmasın istiyorum kimse, kimse dokunmasın soğuğun titremelerinden başka bedenime. Zaman geçiyor, ben yeniden aramaya başlıyorum seni, o sırada katlettiğim anlardan kalma kan pıhtıları takılıyor gözüme… Dokunuyorum… Kan hala sıcak, daha yeni katletmişim sanki seni… Daha yeni yok etmiş gibiyim benliğimi… Ellerime bulaşıyor kan kokusu; gözümde bir buğu, seni özlediğimi anlıyorum sildiğim geçmişime inat. Sonra seni aramaya başlıyorum tekrarlardan ibaret hayatımda, yine bir tekrara başlayarak… İhanetini her unutuşumda, karşıma dikileceği ana kadar seviyorum seni defalarca… Seni çiçek vermeyen bitkiler gibi seviyorum oysa, kendini kendinden taşıyan gizli saklı; nasıl olduğunu bilmeden seviyorum seni, başka türlü sevmesini bilmiyorum belki.. Ama seviyorum , tekrar tekrar acıyacağını bildiğim halde seni sevmeye devam ediyorum sebepsizce… Ve sen her karşıma dikilişimde, acımı arttırıyorsun… Sen her acımı arttırışında ben yelkenleri paramparça bir gemiye binip önce seni yok ediyorum geceni sessizliğinde… Sonra kendimi… Ve en son bizi… Gölgeden , sudan ve sessizlikten gelme bir hüzün sararken içimi, ben mühürlediğim geçmişimi katlediyorum benliği kaplayan kederin eşliğinde…Kan kırmızı bir yağmur boşanıyor işte tam o sırada kentte…

İhanet

İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş, Sadakatin adı ise; bir serçeye Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber Küçük sinekleri, kurtları yemişler, Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler. Masmavi gökyüzünde dans etmişler, Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler... Birbirlerine söz vermiş kuşlar; Ayrılmayacağız diye. Ama kış gelmiş, Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış, Serçe ise her zamanki gibi sadık Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek. Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için Yaşamaksa önemli imiş göçmen için. O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece Gel demiş serçeye benle beraber... Başka bir bahara uçalım. Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı Ama kış acımasızdır. demiş göçmen, Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim. Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş Uçacakmış yeni bir bahara... Göçmen ve serçe çıkmışlar yola, Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuşlar için değil. Dayanamayacakmış bu yola Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş Çünkü o hep kaçarmış kışlardan Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara Bir fırtına yaklaşıyormuş. Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış Göçmene duralım demiş artık. Biraz dinlenelim Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz. Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş. Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağız Serçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin Birazdan varmışlar okyanusa Kurtuluşuymuş bu büyük deniz Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi Serçe artık dayanamıyormuş, Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış, Bakmış ve devam etmiş........ Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük... Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ... Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...

23 Kasım 2007 Cuma

Boş Duvar

ileri derecede hasta iki adam ayni hastane odasindaydilar. Adamlardan birinin her ogleden sonra 1 saatligine oturmasina izin veriliyordu, cigerlerindeki suyun suzulmesi icin. Bu hastanin yatagi odadaki tek pencerenin tam yanindaydi. Diger hasta ise hep sirtustu yatmak zorundaydi. Bu iki hasta saatlerce birbiriyle konusur, eslerini, ailelerini, evlerini, islerini, askerlik anilarini, tatilde gittikleri yerleri anlatirlardi birbirlerine. Pencerenin yanindaki hasta, her ogleden sonra oturmasina izin verdikleri saati diger hastaya pencereden gorebildiklerini anlatarak geciriyordu. diger hasta hep bir sonraki gunu iple cekmeye basladi, disaridaki renkli ve hareketli dunyayi dinlemek icin. Pencere, icinde cok guzel bir gol olan parka bakiyordu. Ordekler ve kugular golde yuzerken cocuklar model bot'larini suda yuzduruyorlardi. Genc asiklar, gokkusaginin tum renklerindeki ciceklerin arasinda kol kola dolasiyorlardi. Ulu agaclar etrafi susluyor, uzaktan sehrin silueti gorunebiliyordu. Pencere kenarindaki adam bunlari muhtesem bir detayla anlatirken, odanin diger ucunda yatan adam gozlerini kapar ve bu muhtesem manzarayi hayalinde canlandirirdi. Sicak bir ogleden sonra, pencerenin yanindaki adam gecmekte olan bir senlik alayini tarif etti. Diger adam bando seslerini duyamasa bile hayalinde canlandirabiliyordu, pencere kenarindaki adamin tasviriyle. Gunler ve haftalar gecti. Bir sabah banyo yaptirmak icin su getiren gunduzcu hemsire pencere kenarinda yatan hastanin cansiz bedeniniyle karsilasti: uykusunda, huzur icinde olmustu. Huzunlendi, hastane gorevlilerini cesedi disari tasimalari icin cagirdi. Uygun zaman gectigine kanaat getirir getirmez, diger hasta pencerenin Kenarindaki yataga tasinmasinin mumkun olup olamayacagini sordu. Hemsire Memnuniyetle istegini yerine getirdi, hastanin rahat oldugundan emin Olduktan sonra onu yalniz birakti. Yavasca, duydugu aciya aldirmadan, bir dirsegine yaslanarak disaridaki dunyaya bakmak uzere yatagindan dogruldu adam. Sonunda, disariyi kendi gozleriyle gorme zevkini yasayabilecekti. Pencereden disari bakabilmek icin yavasca donmeye zorladi kendisini. Pencere, bos bir duvara bakiyordu. Adam hemsireye, vefat eden oda arkadasinin pencerenin disinda gorunen Harika seylerden bahsetmesine sebep olan seyin ne olabilecegini sordu. Hemsirenin cevabi, olen adamin kor oldugu ve pencerenin onundeki duvari gormedigiydi. "Sanirim seni cesaretlendirmek istedi" dedi. Epilog: Diger insanlari mutlu etmek ok buyuk mutluluk getirir, Kendi durumunuz ne olursa olsun. Paylasilan dertler yarisi kadar uzuntu verir, paylasilan mutluluklar ise İki kati artar. Kendinizi zengin hissetmek istiyorsaniz, sahip oldugunuz ve paranin satin alamayacagi her seyi paylasin.